25 Mayıs 2018 Cuma

Kokulu Silgi ve Dünya Kupası


Duvarı izlemek gibi bir alışkanlığım var, tercihim ise tavan, hem izlemesi en kolay duvar hem de izlerken dikkatin dağılmıyor. Tavan izlemekten daha fazla heyecan duyduğum çok az şey var, seçim akşamı tv izlemek yada dünya kupası maçları gibi. Tavan izlerken aklıma gelen milyon tane fikir ve fikir denemeyecek düşünceyi yazabilsem kendimden nasıl tiksinirdim diye düşünüyordum tavanı izlerken. Saçmalama bu nasıl düşünce dedim, bunu derken elimi hafifçe sallamışım istemsiz olarak, elimi görünce aklıma “Tanrının eli” geldi. Tanrının eli var mıdır tartışmaları falan hızlıca geçti aklımın önünden, sonra elbette konu Maradonaya geldi. Tanrının eli var mıdır bilmiyorum ama Maradonanın kesin vardı eli. Kıvırmak için tanrının eli falan demişti ama buz gibi elle gol atmıştı. Bunları düşünürken Maradona nasıl bir çocuktu acaba diye düşündüm, aklımdaki imajına biraz üstten bastırdım,  zaten kısa olduğundan pek zor olmadı, üzerine mavi önlük geçirdim, Arjantinde önlük var mıydı varsa ne renkti hiçbir fikrim olmadığından kendi küçük dünyamı giydirdim koca Maradonaya. Çirkin bişey oldu, yüzünü gençleştirdim, sırtına yırtık bir çanta yerleştirdim, üst dudağı ile burnu arası hafif bir leke, Ara Güler fotoğrafı öznesi olmak için her şey tamam artık. Zihnimdeki çocuk Maradona gerçek bir çocuk gibi gözüküyordu. Çok fakirdi, gerçekten çok fakir miydi bilmiyorum ama öyle olmalıydı. Ben çocukken biz de çok fakirdik ama Maradona kadar değil. Mesela benim kokulu silgim vardı, acaba Maradonanın da var mıydı? Benim futbol ayakkabım yoktu ama muhtemelen Maradona’nın da yoktu. Çok fakir olduğu için Maradona Maradona olabildi sanırım ve ben yeterince fakir olmadığım için bişey olamadım.
Çok da serbest olmayan çağrışımla Pele’ye geçti aklım, düzenin adamı olmuştu yaşlanınca ama muhtemelen çok fakirdi küçükken. Sevmezdim düzenin adamı olduğu için yada ben öyle sandığım için ama kokulu silgisi olmayan bir Brezilyalı çocuk olduğuna neredeyse eminim. Ve muhtemelen önlüğü siyahtı.
Mağripli Zidane o kadar fakir olmayabilirdi ama ben çok fakir olduğunu düşünmek istedim. Kokulu silgi kanserojen olduğu için çok bilmiş Fransızlar yasaklamışlardır muhtemelen ve Zidane’nın da hiç kokulu silgisi olmamıştır bence.
Kokulu silgi orta sınıfın işaretiydi sanırım, o yüzden kokulu silgisi olanlardan fark yaratan birileri çıkmadı hiç. Kurtulmak için çok çabalamak zorunda olacak kadar fakir yada hiç çabalamayıp keyf aldığı şeyleri yapacak kadar zengin olmayan çocukların kokulu silgileri vardı hep, şimdi de tavanları var…










12 Eylül 2017 Salı

Kara Tahta

Heyecanlanmanın fizyolojisi üzerine bir belgesel izledim ve izlediklerim beni çok heyecanlandırdı. O an kendimi denek gibi hissettim ya da bir teorinin üzerinde ispatlandığı bir kara tahta. Kendini bir denek gibi hissetmek herkese nasip olur ama kara tahta olarak hissetmek pek kimsenin aklına gelebilecek bir his değil. Evet his akla gelir. Öyle hissedebilmek için öyle olmayı düşünmüş olmak gerekir. Kara tahta ya da kafası kopmuş hamamböceği gibi hissedebilmek için kara tahta veya hamamböceği olmanın nasıl hissettirdiği üzerine düşünmüş olmak gerekir. Bilmediğiniz, en azından üzerinde düşünmediğiniz bir şey gibi hissetmeniz mümkün değildir, öyle hissettiğinizi düşünürsünüz ama aslında daha önceki hislerinizle aynıdır hissettiğiniz şey. Evet his bir şeydir.
Üzerinde bir teorinin ispatlandığı kara tahta gibi olmak güzel bir his. Ama bizim okullarımızdaki gibi tek ve düz kara tahta değil. Amerikan filmlerindeki gibi kocaman dört adet ve yukarı aşağı kayarak baya büyük alan kaplayan kara tahtalardan. Daha önemliymiş gibi olanlardan. Sorunların çözümü onların üzerinde daha kolay oluyor gibi hissettirenlerden. Sanki çözümün bir kısmı zaten tahtanın üzerinde yazılıymış gibi hissettirenlerden. Büyük olunca her şeyin daha kolay olacağını düşünmemizin sebebi çocukken küçük olmamız olsa gerek. Hiçbir bilimsel veriye dayanmayan bu teorimin tarafınızdan takdir edileceğine eminim. Büyük, yukarı aşağı hareket edebilen, üzeri beyaz tebeşir izleriyle dolu, dört parçadan oluşan, başarılı bir üniversitenin başarılı öğrencileriyle dolu sınıfının duvarında asılı bir kara tahta olmak. Birçoğumuz için dünyaya mevcut halimizden daha fazla hizmet etme şansı sunan bir seçenek.
Bir fizik sınıfının duvarındaki tahta gibi hissetmek kendimi güçlü, ünlü ve önemli hissettirdi. Tarih sınıfındaki tahta ise önemli bir lider gibi. Ekonomi sınıfında genel denge teorisi çalışılmış tahta ise imkansızlık gibi, 2,5 dolarlık banknot gibi hissettirdi.
Tek bir kara tahta bir çok şey gibi hissettirdi. Tek bir belgesel bu kadar şey hissettirdi. Evet his bir şeydir ve çok öğreticidir.



















29 Mart 2017 Çarşamba

Başarısızlık...

Kişisel gelişim eğitimlerinin işe yaradığı adamlardan olmak isterdim. Birisi bana gerçekten istersem ve her sabah kalktığımda istediğim şeyi başarmak için çalışmaya başlarsam istediğim şeyi başarabileceğimi söylesin ve ben de buna inanayım. O kadar iyi niyetli olayım ki kendimin farkında olmadığıma ikna olup aslında kendim olmayan bir benin varlığına ve üstelik aslında onun ben olduğuma inanıp bir şeyler başarmak için harekete geçeyim. Kendini tanımak için coğrafya dersine ayırdığı kadar vakit ayırmamış adamların naifliğinden istiyorum. Kendini kedin kadar tanımazsan kendini her şey zannedebilirsin ve işte o özgürlüktür. Kendini tanımanın ne işe yaradığını ancak fuzuli emek harcayıp istediğin şey elde edemediğinde aslında zaten o istediğin şeyi asla elde edemeyeceğini anladığında harcadığın emeğe yanarken anlıyorsun. Kendini tanımanın aslında pek bir işe yaramaması da bu yüzden zaten. Kendini tanıdığını zannedip kendini tanımadığını ancak ilk zannettiğin kendinin başarabileceğini düşündüğün hayali başaramadığında fark eden adamın dramı. İnsanın kendini tanıyıp tanımadığını anlaması için tanıdığı kendinin istediği bir şeyi, ki herkesin istediği en az bir şey vardır, başarmaya çalışması gerekiyor. Ve başaramadığında ya gerçekten istemediğini fark ediyor ya da kapasitesinin bunu başarmaya asla yetmeyeceğini. Neticede aslında kendini kedisi kadar tanımadığını anlıyor. Yani kendini tanımanın tek yöntemi başarısızlık. Gerçekleştirilen hayaller kapasitenizin altında mıdır sorusu sebebiyle başarı kendinizi tanımanıza yardım etmez. 
"Hey dostum sen öldüğünde seninle birlikte hangi hayaller ölecek?" insanı mısınız yoksa "ben ölsem ancak kahvede çaylar soğur" insanı mı? Her ikisi de fazla kendini beğenmiş sayılır sanki. Ölünce kahvedeki çaylar neden soğusun ya da senin kurduğun hayalin dünyada sadece senin tarafından kurulduğunu düşünmenin sebebi ne? Ölünce neye inanıyorsan inan aslında bu dünyadan gitmiş oluyorsun. İster bir firavun faresi olarak geri geleceğine inan ister bu dünyada attığın her adımın hesabını yaratıcıya vereceğine inan fark etmez. Artık bu dünyada olmayacaksın. Çok önemli bir adam da olsan önemsiz biri de sen yoksun artık. Kaldığın sürenin senin hakettiğin gibi olması bu yüzden önemli. Kendini tanıman bu yüzden kıymetli. Ve elbette başarısızlık bu yüzden hayati. Başarısızlık seni sana anlatan hayatındaki en önemli olay. Sana seninle ilgili cevaplar veren gizemli bir ayna. Hayatının direksiyonunu sola kırdığında hayatının sola mı sağa mı gideceğini anlamanı sağlayan bir kaza. Başarısız olun. Başarılı olanlar özellikle hiç başarısız olmadan başarılı olanlar aslında büyük başarısızlardır ve bunu anlayamayacak kadar salaklardır.







29 Temmuz 2016 Cuma

Houston i have a problem...

İçimde hiç bu kadar derin bir boşluk hissetmemiştim, sanki her şeyle iyi başa çıkıyor gibiydim, sonra sabah uyandım, işe geldim, kahvaltımı yaptım çayımı içtim, sonra biraz çalıştım, biraz müzik dinledim çalışırken. Bekledim gariplik geçer mi diye geçmedi. Buika ilk defa dinlediğim bir şarkısını mırıldanırken kulaklarıma içimdeki boşluk gitgide büyüdü. Onun sesiyle birlikte içimdeki karanlık büyüdü. Bilim kurgu filmlerinde uzaydan gelen ve özellikleri bilinmeyen kara madde gibi yayılıyor içime boşluk. Şarkı kulaklarımda değil ruhumda canlanıyor sanki, üstelik tek kelimesini anlamıyorum.
72 turluk formula 1 yarışının ilk yarısını farkla lider tamamlamış ve fakat teknik arızadan yarışı bitiremeyeceğini anlamış hırssız bir pilot kadar umursamazım kendime karşı. İçimdeki boşluk büyürken, yüreğimin yerini kara delik alırken bile önemsemiyorum kendimi. Beslenme kaynakları tükenmiş ve hayatta kalmak için ufak ufak kendini tüketmeye başlamış bir canlı gibiyim bu sabah.
Bugünden yarına atlayabileceğim bir solucan deliğinin varlığına inansam o delikten geçmek için bütün testlere girer bilmem kaç g kuvvete maruz kalmaya razı olurdum.
Bazen dertlerinizi çözmenizi talep edebileceğiniz, en azından bir ümit yardım eder diye düşündüğünüz “houston i have a problem” diyebileceğiniz bi yerler olsun istersiniz. Ya da kaçıp gidince bütün dertlerin sınırın öte yakasında kalacağı bir Meksika sınırınız olsun.
Hayattan olmayacak yada zor olacak şeyler isteyip ilk karşılaştığımız zorlukta gözyaşları içerisinde yatağa atlayıp bacaklarımızı çırpa çırpa ağlamaya başlayan Hülya Koçyiğitlere dönüşmemiz oldukça saçma ve ironik aslında.
Neyse hayata zaten yeterince kısa ve bazılarınız için yeterince zor. Kendi boktan 1 Eylülümü size anlatıp kendi dertlerinizi daha fazla önemsemenizi sağlamayayım…

Uzunca bir aradan sonra yaptığım bu ilk postun neredeyse bir yıl önce yazdığım bir yazı olması, bu yazıyı bilgisayarı temizlerken bulmuş olmam, bayadır bişey yazamıyor oluşum vs vs… Dinleyelim…



13 Aralık 2015 Pazar

Unutmak

Dünden daha yaşlı olmamın bir faydası var mıdır acaba? Yarından daha genç olmamın bir faydası olup olmadığı konusunda da bir fikrim yok. Yaşlanmanın kazandırdıkları ve kaybettirdikleri arasında bir denge tutturma çabası mantıklı mı yoksa gereksiz bir çaba mı? Yaşlanırken arkada kalanlar bizden birer parça tutuyorlar mı kendilerinde? Her yeni yaşın yaşadığın en iyi yaş olsun demiştim yıllar önce birinin doğum gününü kutlarken. Her yeni yaşın yaşanan en iyi yaş olma ihtimali gerçek olsa ve 80 sene yaşasan baya kötü bi yerlerden başlamış olman gerekir aslında. Geleceğine dair dua ederken geçmişine dair olumsuz bir laf etmişim. 
Unutamadıklarımız kadar yaşıyoruz demişti biri, unutmak istediğim şeyler var ama unutamıyorum diyen diğerine. Unutamadığımız kadar yaşlanıyoruz diye cevap verdi ilki...
Yaşlanırken geçen sürede hem bedenimiz de hem de ruhumuzda yara izleri bırakan olaylar yaşıyoruz. Bedenimizde oluşan izlerin etkileri yaşlandıkça azalırken ruhumuzdaki yaraların bıraktıkları daha etkili olmaya başlıyor. Kabullendiğimiz kayıpları aslında kabullenmediğimiz gerçeği yaşlandıkça kulaklarımızda çınlıyor. O yüzden yaşlandıkça unutmak istediklerimizin sayısı artıyor ve asla unutamıyoruz. 
Hafıza-i beşer nisyan ile maluldur ve bu bir nimettir ve fakat etkisiz kısmı istediklerimiz unutamıyor oluşumuz. Öğrenmek için harcadığımız vaktin ve enerjinin mislini unutmak için harcasak bile unutamıyor oluşumuz zihnimizin çalışma prensiplerini anlamıyor oluşumuzdan belki de. 
Unutmanın bir kurtuluş olduğunu zannı ise bir diğer soru. Yarayı yapan olayı unutmak yaranın yok olmasını sağlamayacak. Bu durumda aslında bir tedavi değil sadece yaranın zaman zaman kanamasını engelleyecek bir önlem alınmış olur. Ama ruhumuzdaki kalıcı değişiklik giderilmiş olmaz.
Hep yara diyoruz ama aslında ruhumuzda çiçekler açtıran olayların etkileri de ömürlük. İyiyi öğrenmek iyiyi beklemeye sebep oluyor. En mutlu olduğunuz anınızı hatırlamaya çalışırken yüzünüzde oluşan istemsiz gülümsemeyi siz görmeseniz de sizi tanıyanlar anlıyor. 
Yine çılgınca dağınık bir yazı. Yine anlam bütünlüğü olmayan bir sürü sıralanmış kelime. Dünden daha yaşlıyım, yarından daha genç. Alınacak sayılı nefeslerin bir kısmı daha tükendi. Mutlu olmanın birileri tarafından kutsandığı bazıları tarafından lanetlendiği zamanlarda mutlu olmayı sebebe bağlamadan öğrenmek belki de teslimiyetin sonucu. Allah mutlu kılsın...







28 Ekim 2015 Çarşamba

Delilik

"İmkanı olup da delirmeyen salaktır"... Okuduktan sonra hayatımı değiştiren söz... Delirmek için imkanı olmak... Aklını kaybetmenin nedenleri... Aklını kaybetmeden delirme imkanları... Stres... Gerginlik... Üzüntü... 
Sağlık bir insan neden delirir? Aklının iplerini salmasına ne sebep olur? Kayışı koparmak için kayışın ne kadar gerilmesi gerekir? Akıl bir kayışa mı bağlıdır ki kopunca delirirsin? Delirmek için aklı kaybetmek zorunda mıyız yoksa akıllı bir deli de olabilir miyiz? Ne kadar soru sorarsak delirmenin eşiğine geliriz? Ne kadar az sorarsak o kadar sağlıklı mı kalırız? Çok okumak delirmemize yardımcı olur mu? Çok düşünmek delirtir mi yoksa aklı güçlendirir mi? Düşünmek aklın antremanı mıdır yoksa aklı yorar mı? 
Düzenli ve sorunsuz bir hayatı olan biri delirebilir mi? Delirmenin genetik sebepleri varsa aklı başında bir ailede doğmak şanssızlık mıdır? Sorunsuz ve stressiz bir hayata sahip olmak şans sanılırken delirmeyi engellediği için aslında insanın başına gelebilecek en kötü şey midir? Hayatın kolay ve istediklerine saygılı olması seni neden mutlu eder delirmeni engelliyorsa? Zararsız ve akıllı bir deli olmak için çalışmak gerekli midir yoksa Allah vergisi bir imkan mıdır? Çalışarak delirilebilir mi? Aklını oynatmak ile delirmek aynı şey midir? 
Aklımda ki deli sorular beni delirtmiyorsa aklımda tutmalı mıyım yoksa salmalı mıyım? Deli sorular sormak mı yoksa deli sorulara cevaplar bulmak mı delirtir? Deliliğe kim karar veriyor peki? Takım elbiseli bir beyaz yakalı aslında deli olamaz mı? Berduş bir şarapçı mı olmak lazım deli olabilmek için? 
Deliler deli olmayanlara ne diyorlar acaba? Yada tekil bir deli dünyası var mı? Delirmenin inanılmaz avantajlarından yararlanmak için neler yapmak lazım? Delilik parayla satın alınabilir mi? Alınabilseydi bütün zenginler delirirler miydi? Yoksa zaten deliler mi? Paranın satın alamayacağı bir şeyse delilik acaba nasıl elde edilir? 
Delirmenin kuralları var mıdır yoksa rastgele mi gelişir? Deliliğin kuralları varsa bu deliliği tek düze yapar mı yoksa tek kural kuralın olmaması mıdır? Kuralı olmayan bişey de ne yapacağımıza nasıl karar vereceğiz? Bu kararı verebilenler mi delirebiliyorlar? 
Aklı kutsamanın delileri kıskanmakla bir alakası olabilir mi? Aklı olanın her istediğini yapabileceği deliliği talep etmemesi aslında aklının yetersiz olduğunu göstermez mi? Bu durumda delirmek için az değil çok akıl gerekli değil midir? Çok aklı olan aklını delirmek için kullansa daha iyi etmiş olmaz mı? Delilerin dünyaya kattığı şey akıllı olmanın aptalca olduğu gerçeği midir? 
Gerçek bir delilik... Kendi kendine dans etmek gibi bir delilik değil... Kendi kendine dans ederken şarkı söylemek gibi de değil... Gerçek bir delilik... Gerçekten yaşamak gibi...




















31 Ağustos 2015 Pazartesi

Yorulmaya Dair...

Dengesizliğin dengesi içerisinde olanlara tahammül etmek zorlamaya başladı. Sabretmek ruhuma zarar vermeye başladı. Birilerinin sığınılacak limanıyken okyanusun ortasında bir sandalda tek başına bir gemi geçmesini beklemekten yoruldum. Bir çocuğun dizindeki kabuk bağlamış yara olmaktan ve çocuk her sıkıldığında kanatılmaktan yoruldum. Kalabalıklar içindeki yalnızlık da yalnızlıklar içindeki kalabalık da yoruyor beni. Sınırları aşmadan sınırları aşanları sınırları aştıklarında dinlemek yıpratıcı bir faaliyet. Sınırları aştığında kimseye anlatamadan Midas’ın kuyusuna haykırmak da öyle. Delirmeyi isterken delirmek üzere olanların delirmelerini engellemek için gelip benimle konuşmalarından da sıkıldım. Mutlak iyilerin olmadığını öğrendiğimde ki bu sanırım hayatımda öğrendiğim ikinci şeydi, hayatımda kimi nereye konumlandıracağımı düşünmeye başlamıştım, hala bunu düşünüyor olmaktan yoruldum. Düşünüp düşümden ayrı kalmaktan yorulduğum gibi düşümün sonra bana sığınmasından da yoruldum. Olasılıkların dünyasında gezinmekten ve tüm olasılıkları düşünmeye çalışırken yeni olasılıkların ortaya çıkışını ve düşündüğüm bazılarının imkansızlaşmasını görmekten yoruldum. İçimin derin düzlüklerinin dışımdaki dalgalardan etkilenmiyor olması artık beni sakin kılmıyor, dalga kıran görevi gören aklımın çeperleri dayanmıyor ve bu beni yoruyor. Uzun ince bir yolda hayatını devam ettirenlerle ne yolun varlığının ne de yolda olduğunun farkında olmayanların aynı havayı alıyor olduğunu fark ettiğimden beri oksijen sevmiyorum. Kafein, nikotin, seratonin ya da mutsuzluk veren şeylere olan bağımlılıklardan yoruldum, gelişine yaşayıp yaşadıklarını hissetmek yerine hissetmek zorunda olduklarına göre yaşamayı tercih edenlerin varlığından yoruldum. “Bugün neden gelmedin” derken aslında bugün geldiğini ama seninle aynı bugünü yaşamadıklarını anlamıyor insan. Dünya bir gündür o da bugündür hatta dem bu demken carpe diemdir… Hayat bu kadar kolay değilken aslında zannettiğinizin yarısı kadar bile zor değil. Yanlış tercihler yaptıktan sonra doğru olduğunu varsaydığınız ama seçmediğiniz seçeneklere ağlamayı bırakıp tercihlerinizi değiştirin. Sanırım yorulmaktan yorulurken bu kısır döngüden çıkamayacağını anlayan beyaz ve tatlı fare gibi tekerleği çevirmeye devam etmeye karar vermemiz bizi hayatta tutuyor…